22 Mart 2020 Pazar

Sahi, Çöken Sadece Sağlık Sistemi Mi?


COVID-19’un ortaya çıkışıyla beraber birçok konuyu bakış açımız değişti. Aslında hayatı anlamlandırmak noktasında sorgularımızda artış meydana geldi. Bu sorgulayış bir yerden sonra tek bir noktaya odaklanmaya başladı: Sistem. İnsanlığın bir kısmı yüzyıllar boyu sistem sorgusu yaparken büyük çoğunluğu ise sistemin içerisinde düzeni bozulmadığı sürece bu sorguya yeltenmedi. İşte Çin’de ortaya çıkan bir virüs bazı şeyleri sorgulamamız noktasında insanlara düşünme fırsatı verdi. Hayatın akışı ve koşuşturmacası içinde düşünmeye fırsatı olmayanların artık düşünmek için vakitleri oldu. Zaten sistemin yürütücülerinin en büyük korkusu da buydu esasında. Açıkçası bu yazıda konuyu bu açıdan ele almayacağım. Daha çok COVID-19’u sağlık açısından ele alacağım. Bunu yaparken “neoliberalizm öldürür” düsturundan yola çıkarak konuya açıklık getireceğim. (“Neoliberalizm öldürür” cümlesi Gavin Mooney’in Ulusların Sağlığı; Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru kitabının giriş cümlesidir)


İklim Değişikliğinin Sağlık Etkileri ile ilgili yazımda neoliberalizmin iklim noktasında etkilerini değerlendirirken Kuzey’in(Batı) Güney’e(Doğu) borcu olduğunu yazmıştım. Bunun da Mooney’in dediği gibi ekolojik bir borç olduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Değişmesi gerekenin zengin Batı’nın yaşam şekli olduğunu ve borçların bir an önce devreye girmesi gerektiğini ifade ettiğim kısım aklıma gelince biraz daha derinlemesine düşünme fırsatı buldum. Son zamanlarda sosyal medyada dönen ve “bir sporcuya milyonlarca para dökenlerin AR-GE araştırması yapan bilim insanları nasıl değersizleştiğini bu dönemde aslında ne kadarda bilime ihtiyacımız olduğunu” birçok kişi paylaştı. COVID-19’un çıkış noktasına baktığınızda Wuhan’daki vahşi hayvan etlerin satıldığı bir pazar. Aslında insanlardan uzak alanlarda yaşamlarını sürdürmekte olan canlıların ekolojik alanına müdahale olduğunu göreceksiniz. Nitekim tam olarak kesinleşmemiş olsa da hastalığın taşıyıcı canlısının bir karıncayiyen pangolin olma ihtimalinin çok yüksek olduğu belirtiliyor. Gel gelelim  söylenmesi gereken olaya burada anlaşılması gereken son yüzyılda insanlar, ekolojik dengeye çok fazla müdahale etmeye başladı. Fiziğin değişmeyen kanunu olan etki-tepki gerçekliğiyle karşılaşmamız da kaçınılmaz oldu. Ekolojik denge o kadar bozuldu ki hatta artık durdurulamaz bir hal almaya başladı. (Kyoto ve Paris anlaşması bunun bir kanıtıdır. Keza Paris anlaşmasındaki emisyon hesapları da batının lehinedir orası ayrı bir konu)

Konuya gelecek olursak: Dünyada yeni ilaçların AR-GE araştırmasına ne kadar bütçe ayrılıyor? Peki, bu bütçenin yüzde kaçı tropikal ilaçlar için kullanılıyor? Global Drug Gap yani küresel ilaç açığı neden vardır? Alım gücü düşük ülkeler ilaca erişim noktasında neden sorunlar yaşıyor? Bu sorulara hep birlikte cevap arayalım.

DSÖ verilerine göre, küresel nüfusun 1/3’ünün sağlıklı yaşam için gerekli olan yaşamsal ilaçlara ve aşılara erişimi yoktur. Bu nüfus büyük oranda Asya ve Afrika’dadır. Yani Doğu’dur. Yani Güneydir. Afrika ve Asya kıtalarında yaşayan nüfusun yüzde elliden fazlası yaşamsal ilaçlara erişememektedir. Sağlık alanında yapılan AR-GE araştırmalarının sadece %10’u dünya nüfusunun %90’ını ilgilendiren sağlık sorunlarıyla alakalıdır. Ki bu duruma da 10/90 açığı denilmektedir.

Dünya gündeminin üst sıralarında yer bulamayan kimi bulaşıcı hastalıkların Afrika kıtasını tehdit ettiğini, insanların söz konusu hastalıklardan ötürü hayatını kaybediyor olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Avrupa’da artık karşılaşılmayan fakat Afrika’da hâlâ devasa bir sorun olan sıtma ve tüberküloz gibi hastalıklara karşı ilaç firmaları AR-GE araştırması yapmamaktadır.

Nitekim 1995-1997 yılları arasında piyasaya giren 1233 ilaçtan sadece 13’ü tropikal ilaçlara özgüdür (Reich 2000). “Küresel ilaç açığı” (İng: "global drug gap") olarak adlandırılan bu durum, aslında alım gücü olmayan ülkelerin sağlık sorunlarıyla küresel ilaç firmalarının ilgilenmemesi anlamına gelmektedir. Ya medeniliğimizin göstergesi olan patent olgusuna ne demeli? Neymiş efendim, patent yasaları sadece şirketleri korumuyormuş, aynı zamanda toplumun da yararına olan bir şeymiş (!) .

Gelin hep birlikte gerçekten patent yasalarının toplumu koruyup korumadığını bir örnek üzerinden inceleyelim.

San Halkı, Güney Afrika, Botswana, Namibia ve Angola’daki Kalahari çöllerinde yaşar. San Halkı, avcılık seferlerinde “hoodia” isimli bir bitki çiğnerler. Bu bitki iştahlarını baskılamaya yardımcı olur. Güney Afrikalı bir araştırma enstitüsü ve İngiltere orjinli bir şirket, bu bitkilerdeki etken bileşenin patentlerini aldı ve ilaç yapımı için pazarlama ve geliştirme haklarını milyonlarca dolara güçlü bir ilaç şirketi olan Pfizer’a sattı. Bu süreç boyunca kimse San halkına danışmadı.(Mooney 2014)

Demek ki; patent yasaları da öyle toplumu korumuyormuş. Sonradan yapılan kamuoyu baskısıyla San halkına satıştan düşük bir pay verileceği ifade edildi. Lakin şunu bir kez daha öğrendik ki; patent yasaları ancak ve ancak kârlılığı koruyor. Toplumsal durumlar noktasında kimi zaman sadece geri adım atmış gibi görünüyor.

İşte bu noktada düşündüğüm şey şu: Kuzey’in Güney’e sadece ekolojik bir borcu yoktur. Güney’e aynı zamanda “AR-GE borcu” vardır. Bugün COVİD-19’da sıtma ilacının kullanılması aklınıza şunu getirir mi bilemem. Acaba bu borç daha önceden ödenmiş olsaydı ve hala Afrika’da tropikal enfeksiyonlardan ölen insanların yaşamları neoliberal sağlık politikalara batmış Kuzey’in dikkatini çekmiş olsaydı da yeni jenerasyon sıtma ilaçları ya da tropikal ilaçlar için araştırma yapılıp ilaç üretilseydi ya da üretilmiş olsaydı COVİD-19’a daha etkili ilaçlar elimizde olmaz mıydı?

İşte tüm bunlar benim aklıma gelenler. Tabii sorunun temeli aslında ekolojik sistemin bozulmasıdır. Yani insanın kendi dışında süregelen doğaya müdahalesinin temelinden gelen durumdur. Medya organlarında verildiği gibi mi acaba? Batı’da salgında çöken sadece sağlık sistemi mi? Her koşulda sağlığın metalaştırılması için saldıran kapitalizmin yeni formu olan neoliberalizm de çökmedi mi sizce de?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder