29 Ekim 2016 Cumartesi

Bu Lanet Dönemde Bayram Kutlamak


Aslına bakarsanız bayram kutlamaya falan karşı değilim. Coşkulu kutlanan bayramları çok ama çok severim. İşte sorun burada başlıyor bir bayramın coşkusu insanların gözlerinden anlaşılır. Son on yıldır kutlanan hiç bir bayramda ne çocuklarımızın ne yetişkinlerimizin gözünde o coşkuyu o inancı göremiyorum. Çünkü çoğumuzda korku hakim. İçten içe kutlayamıyoruz sebebi açık ve net yasaklar ve rejimin tartışılmaya başlanması. Kutlama mesajlarına bakın sürekli cumhuriyetin niteliklerinden diğer yönetim biçimlerinden ayrılan yanlarından dem vuruluyor. Peki bunların hangisi şuanda ülkenizde mevcut diye kendinize sordunuz mu? Cumhuriyet ile yönetilen hangi ülkede kadın bu kadar horlanıyor? Hangisinde liseler teker teker imam hatip lisesine dönüştürülüyor? Hangisinde cumhuriyetin en temel tamamlayıcı unsuru laiklik, yine cumhuriyet sayesinde o koltuğa oturmuş biri tarafından hedef alınabiliyor? Hangisinde cumhuriyetin kurucularına her fırsatta saldırılıyor? Tek bir örnek gösteremezsiniz çünkü sizde iyi biliyorsunuz ki şuanda ülkenizde cumhuriyetin ilk beş harfinin tercihi ile gelenler istediklerini yapıyor. Çünkü sizde biliyorsunuz ki Anayasa'nın ilk üç maddesi dördüncü madde uyarınca değiştirilmiyor değiştirilmesi teklif dahi edilmiyor lakin uygulamalar ile kevgire döndürülüyor. Siz de iyi biliyorsunuz ki biz bayram falan kutlamıyoruz. Kutladığımız başka bir şey. Her sene bahaneler ile yasaklanan bayram mı olur? Milli bayramı olmayanın dini bayramı olmaz diyen Mustafa Kemal'e inat her yıl dini bayramlar özenle milli bayramlar ise yasaklar altında kutlanıyor. Bizim kutladığımız başka bir şey çünkü bu lanet dönemde bayram kutlanmaz ancak ve ancak tekrardan cumhuriyet ve laiklik kazanılana kadar mücadele günü olarak anılır.

18 Ekim 2016 Salı

Cehalet Sınır Tanımıyor


Dün Türkiye'nin sosyal medya gündemine giren ve 60 binden fazla tweet atılan konu Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yazdığı Kürk Mantolu Madonna adlı eserdi. Aslında asıl konu yakın zaman da acun medya tarafından alınan Tv 8'de yayınlanan bir programda kitapta anlatılan kahramanın Madonna olacağını düşünen zatı şatı şahane sağlam bir pot kırdı diye düşünmüştüm. Aslına bakarsanız ilk dinlediğimde de bir ekran kazası diyecektim empati yapmak istiyordum lakin sevdiğim bir program olan "bi de bunu dinle" de Yavuz Oğhan hanfendiyi konuk etti. Atılan tweetlerde annesine sövüldüğünü ve annesinin öldüğünü anlatarak haklı sitemde bulundu. Buraya kadar her şey normaldi. Oda ne kadın birden ülkenin gündemi Musul  beni neden konuşuyorlar demeye başladı. Daha da öteye giderek sayemde ülkenin merhamet ortalamasını gördük demeye başladı daha da öteye giderek ne kadar da edebiyat severmişiz falan diye insanları tiye almaya başladı. Benim için orada empati falan bitti. Birde birileri ne zaman sıkışsa dinden dem vuruyor ya neymiş peygamber efendimizin bir sözü varmış gören de sanacak tüm dini vecibeleri yerine getiren biri var karşımızda ve bize örnek alalım diye hadisi şerif söylüyor. Sen önce bilmiyorum demeyi öğreneceksin sonra kalkıp insanlara akıl vereceksin. Ülkenin en büyük sorunları bana göre bir hayır diyememek iki bilmiyorum diyememek üç utanmamak sanırım sizde öncelikle bilmiyorum diyememek sorunu var. İkincisi ise ne yazık ki utanma duygusu yok. Hayır diyememe sorununuzu da ilerde göreceğiz. Bilmiyorsunuz hanfendi bilmiyorum deseniz ölür müsünüz? Yavuz bey'e şöyle dediniz "40 yıl önce okudum." O zaman o programda 40 yıl önce okudum hatırlamıyorum demek yerine neden saçmaladınız ? Sizi aslında biz kürtaj mevzusunda Seda Sayan'ın programında ne söylediğinizden tanırız. Hani " benim bedenim benim kararım" diyen kadınlarımızı hedef gösterdiğiniz program. Hani o kadınlar güya ellerinde flama sopaları polisleri dövmüş dediğiniz program. Hatırladınız mı? Bunlar 40 yıl önce söyledikleriniz de değil. Bunlar yakın zamanda söyledikleriniz. Saygısızlık yaptığınız Sabahattin Ali'ye de tüm Kürk Mantolu Madonna okuyucularına da o yüzden önce utanmanın ne demek olduğunu öğreneceksiniz sonra ahkam keseceksiniz. 
Sanırım Sabahattin Ali bugünleri görmüş olacak ki aynı eserde şu sözlere yer vermiş:

"...Hiç de fena insanlar değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tahmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı..."

6 Ekim 2016 Perşembe

Ah bu CeHaPe yok mu?


Sene 1812 (Miladi takvimi bilmeyenler olabilir hani hicrî 1227'ler) Osmanlı Devletinin başında II. Mahmut var. O dönem halk veba salgınından kırılıyor. Hastalık İstanbul'da o kadar korkunç bir hal almış ki Padişahın emri ile sur kapılarına konulan gizli memurlar, bir günde, her kapıdan 50-60 ile 300 arasında cenaze çıktığını tespit etmişlerdi, şehir içinde gömülenler hariç. Zamanın gümrük emini tarafından tanzim edilen bir ilmühabere göre, bir buçuk ay içinde İstanbul'da günde 850-900 kişi ölmüş,(En düşük hesaptan yaparsak 38250(45*850) kişi 45 günde hayatını kaybetmiş) Ramazan da ise ölü sayısı 1200 kadar çıkmıştı. Galata ve Üsküdar'da ki bekar evlerinde ise durum hat safhadaydı(Bekar evleri: Anadolu'dan İstanbul'a çalışmak için gelen kişilerin kaldığı yerlere verilen isimdir. Osmanlı bu evlere gelenleri yerleştirerek bir tür kontrol mekanizması yapmaktadır.) Padişah ilk tedbir olarak bu evleri yıktırıyor. Salgın sırasında Padişah Beşiktaş'da ki sarayında bulunuyordu, ikindi namazlarına Ayasofya'ya gelirdi; Cenaze namazlarına katılırdı. O dönem yakınlarından bazılarını tavsiyesi ile, hastalığın def'i için, sultan Mahmut yatsı namazından sonra "Sûrei ahkaf" okunmasını emretmişti. Bunun üzerine halk dehşet içinde kaldı. Ramazan bayramında insanlar arası bayramlaşma münasebetiyle halkın birbiriyle ihtilâtı arttığından hastalık tüyler ürpertici hal aldı. Hastalıktan ölenlerin sayısı günlük 3000'e kadar yaklaştı. Ulemadan önde gelenler Padişaha müracaat ederek: "Sûrei Ahkaf Âd kavminin helak olacağını haber verir, böyle günlerde okunması gazabı ilahiye mucibdir" dediler emir geri alındı hatta geri alınmakla kalmadı evlerde dahi Kur'an okunurken bu sûrenin okunmaması emredildi. Hatta ve hatta o dönem Ramazan ayında bekçilerin davul çalması mani türkü okuması kahvehanelerde tavla, dama ve satranç vesair oyunlar oynanması yasaklandı. Evet bu okuduğunuz ve Kur'an-ı Kerim suresinin yasaklandığı dönem CeHaPe dönemine değil Osmanlı Devleti dönemine aittir. Demek ki İslam adına cihad ettiğini söyleyen bir devlette yeri geldiğinde dini yasaklarda da bulunabiliyormuş...

Geyik Muhabbeti ve Resneli Niyazi


II. Abdülhamit döneminde I. meşrutiyet ilanından kısa bir süre sonra  Rus harbinden dolayı meşrutiyet ve meclis rafa kaldırılmış harp sonrası Padişah'ın katı kuralları ve baskıcı rejimi baş göstermiştir. Meşrutiyeti tekrardan ilan etmek isteyen İttaat ve Terakiciler bir türlü bunu başaramamışlardır. O dönem Sırp ve Bulgar çetelerinin isyanlarına karşı çok ciddi mücadeleler ile başarılar kazanan bir Üsteğmen Niyazi yüzbaşılığa terfi etmiş ve halkın gözünde saygın bir yere gelmiştir. İttaat ve Terakicilerin baskı altında gizli yürüttüğü çabalar çok fazla sonuç vermemiş ve Meşrutiyet bir türlü ilan edilememiştir. Bunun üzerine Niyazi komutan emrindeki yüz elliye yakın askeri ile dağa çıkmış. Bu isyan bayrağı meşrutiyetin ilanı için kırılma noktası olmuştur. 3 Temmuz günü başlayan Ohri dağı macerası 24 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyetin ilanı ile son bulmuştur. Halk niyazi komutanı bağrına basmıştır. Ordusuyla dağdan şehre indiklerine Selanik'te "Hürriyet Kahramanı" olarak büyük bir törenle karşılanmıştır. Dağda kaldığı sürede evcilleştirip yetiştirdiği geyiği de sembol olmuştur ki halk tarafından "Gazal-i Hürriyet" olarak bilinir. İşte ne olduysa Niyazi paşa için her şey bundan sonra başladı...

31 Mart ayaklanması sırasında İttaat Teraki ordusunun yetersiz kalması üzerine kendisinden harekat ordusuna katılması istenmiştir. Ordusu ile yardıma gelen Niyazi komutan Mustafa Kemal ile birlikte isyanı bastırmış lakin isyan sonrası ordusu ile şimdiki Gülhane parkına otağ kurmuştur. Ordu bir daire oluşturmuş ve ortasına da geyiği bırakmıştır. Uzun süre orada kalan orduyu gören İstanbul ahalasi askerlere durumu sorunca askerde Niyazi komutandan izinsiz bilgi vermemek adına soruyu geçiştirmek için "geyik muhabbeti" diye cevap verirmiş. İşte dilimizdeki geyik muhabbeti sözü Resneli Niyazi komutanın geyiğine kadar dayanır. Peki bu komutana ne oldu?  Fedakarca çalışan bu komutan bir gemi de kendisine  İttaat ve Terakiciler tarafından verilen koruma tarafından öldürülür. Bir karanlık suikaste giden Resneli Niyazi Paşa'nın cinayeti bugün daha sır perdesini korumaktadır. Kimsenin ne için neden öldürüldüğünü anlamadığı Niyazi komutan için halk şöyle demiştir:" Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi"