25 Mart 2020 Çarşamba

Sönen Medyatiklik Eriyen Titriler Yükselen Değerler


Dünya hiç bu kadar yoğun bilgi bombardımanıyla karşılaşmamıştı. Üstüne bir de tüm dünyanın ortak gündemi olan bir konu ise hiç yaşanmamıştı. Bunu enformasyon çağı için ifade ettiğimi belirtmek isterim yoksa geçmişte tüm dünyanın ortak gündemi olan salgınlar olmuştu. Her şey epideminin pandemiye evirilmesiyle başladı. Ülkemizde ilk vaka çıkana kadar daha çok şakası yapılan dalga geçilen korona, birden bire herkesin tek gerçekliği haline geldi. Sosyolojik olarak da farklı bir durumla karşılaştık. Yaşanmışlığın sonradan dalgası geçilir. Lakin biz ilk defa yaşamadan önce dalgasını geçtik. Dramatik olan tarafı da bu olsa gerek. İlk vakadan bugüne bazı şeyleri iyi idrak etmeye başladık. Enformasyona ulaşmanın bu kadar kolay olduğu dönemde "doğru bilginin" ne kadar değerli bir şey olduğu. İşte bu değerli olgunun doğrusu için bazı bedelleri geçmişte ödemiştik. Ama bu biraz farklı çünkü insanların her gün hayatını kaybettiği bu salgında doğru bilgi, bulaşı önlüyor yani hayati bir değer kazanıyor. İşte burada doğru bilginin yayılması için medyatiklik kaygısı geri plana atılmalıdır. Medya, konudan uzak bilim insanlarının temelsiz bilgileri yayması için bir araç olmamalıdır. Reyting kaygısının bedelini vatandaşa ödetmemelidir. Hızlı habercilik yapacağım diye konunun uzmanı olmayan medyatik isimlere mikrofonlar uzatılmamalıdır. Herman Schlapp Gazeteciliğe Giriş kitabında bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Hızlı ama ciddiyetten uzak ve güvenilmez” gibi bir isme sahip olmaktansa “yavaş ama güvenilir” izlenimi yaratmak daha yararlıdır.” İşte burada önemli olan bir temel gereksinim karşımıza çıkıyor: “güvenilirlik”. Şuan ülkece en fazla ihtiyaç duyduğumuz iki kavramdan ikincisi. Doğru bilgi ve güvenilirlik.

Özellikle ekranlarda doğru bilgi ve güvenilirlik konusunda neler olduğunu ayrıntısıyla anlatmadan önce internet gazeteciliği açısından konuya giriş yapmak istiyorum. Nitekim buradaki zincirleme sahte haber(fake news) konusu da toplum açısından son derece önemli bir sorun teşkil etmektedir. Haber kavramının üretim süreci sırasında basın mensuplarının bazı unsurları da dikkate alması gerekmektedir. Haber metinlerinin oluşumu ve halka ulaşması ise bir sistematik içerisinde gerçekleşir. Olay gerçekleştirildikten sonra onu haber yapmak için basın kuruluşları tarafından olayı değerlendirmek incelemek takip etmek için gazeteciler görevlendirilir. Yani haberin başlaması için öncelikle olayın gerçekleşmesi gerekir (İstisnai durumlarda olayın gerçekleşeceği önceden duyurulduğunda gazeteci gözlemci konumunda olabilir). Olay gerçekleştikten sonra olayın haberleşmesi süreci başlar. Basın mensubu haber metinlerini yalın saf ve yorumdan uzak bir şekilde vermelidir. Haber üretirken basın mensubu sırasıyla; seçim, araştırma, yeniden seçim, ayıklama, biçimlendirme, yayımlama sistematiğine uymalıdır. Peki, tüm medya alanı için geçerli olan bu sistematik ülkemizde yeterince uygulanıyor mu? Ne yazık ki bu sorunun cevabı da hayır. Özellikle internet gazeteciliğinin en fazla düştüğü tuzak araştırmama! Evet, evet yanlış duymadınız araştırmama. Özellikle ajanslardan gelen haberler kopyala yapıştır formatıyla yapılmaktadır. Nitekim bunu ülkemizde internette yayın yapan birçok mecrada rahatlıkla görebilirsiniz. Olağanüstü zamanlarda seçim ve araştırma doğru bilgi açısından çok büyük önem arz ediyor. 

Kelle paçanın karşısında direnen bilimsel ahlak

Koronavirüs ülke gündemine düştüğü gün ilk sahte haberimizle yüzleştik. “Koronavirüsten Korunmak İçin Sabunu Yedi” Zaytung benzeri bir web sitesinde hayal ürünü olarak yazılan bir metin Sputnik başta olmak üzere birçok önemli mecrada yer aldı. Bu sahte haber kazası zincirleme gitti. Çünkü bir metnin tıklanma olasılığı yüksekse “iki tık da biz alalım” mantığıyla herkesçe servis edildi. Kim yedi? Nerede oldu? İlgili kurumdaki hastanede böyle kayıtlı bir hasta var mı? Soruları sorulmadan bu kazanın kurbanı oldu birçok mecra. Sonrasında buna benzer başka şeylerde yaşandı. Temelde internet gazeteciliğinin en büyük etik sorunlarından biri de gündemdeki konuyla alakalı atılan haber başlıkları. Buna clickbait(tık tuzağı) denilmektedir. İnternette gezinirken gerek haber portallarının içerisinde gerek sosyal medyada bu durumla sıklıkla karşılaşırsınız. İşte bu olağanüstü durumda nasıl ki sağlık çalışanlarından özverili çalışmalar bekliyorsak aynısını medyadan da istemek zorundayız. Çünkü sağlık alanındaki yanlış bilgiler sahte haberler aynı zamanda sağlık çalışanlarının da işini zorlaştıracağı akıldan çıkmamalıdır.

Koronavirüs tamamen tüm görsel medyanın gündemine birinci sıradan girdiğinde gerçekten doğru bilgi ve güvenilirlik noktasında sınavdan geçebildik mi? Ona da hayır!(Daha o zaman hala ülkemizde vaka yok medyadakiler öte taraftakiler için konuyu aydınlatmaya çalışıyor) İlk olarak her konuda fikri olan “bilim insanları”nı gördük ekranlarda. Hangi kanalı açsanız ya kelle paça muhabbeti dinliyorsunuz ya da virüs efendim biraz Asya’dan biraz da Akdeniz’den gelmiş olan bizim genimizi teğet geçecek cümlelerini duyuyorsunuz. Ya da tuzlu suyla ağzı gargara yap diyenleri. Ne hikmetse ekranlarda doğru dürüst bir halk sağlığı uzmanı ya da enfeksiyon uzmanını göremiyorduk. Neyse ilk vaka ülke gündemine düşünce enfeksiyon uzmanlarını halk sağlığı uzmanlarını ekranlarda görmeye başlar olduk. İlk olarak genlerden bahseden zat-ı şahaneleri bir şeyler söylemeye başladı “tuzlu su ile gargara efendim gripten kaç kişi öldü bundan kaç kişi öldü” gibi tutarsız kıyaslar. Kaldı ki yaygınlığı yeni başlamış bir salgını aşısı ve ilacı olan bir başka salgınla kıyaslamak ne kadar mantıklı(!) Bu yanlış bilgiler enfeksiyon uzmanı olan bir programda öyle kolay söylenemezdi. Nitekim öyle de oldu. Programdaki enfeksiyon uzmanı hemen müdahale etti. Tek tek hepsinin yanlış olduğunu doğrusunun ne olduğunu açıkladı. Ve aynı zamanda bilimsel bir ahlaktan bahsetti: “Beni alanım olmayan birçok konuyla ilgili programa davet ediyorlar ben katılmıyorum çünkü o konunun uzmanı değilim diyorum.” Keşke normal hayatımız sırasında bunları duyabilseydik değil mi? Ekranlarda olması gereken bilimsel ve etik değerler ne yazık ki korona günlerine denk geldi. Bir bakımdan üzücü bir bakımdan ise medyada hiç duymadığımız cümleler olduğu için çok değerli. 

Gelelim kelle paçaya onunla ilgili durum biraz sıkıntılı geçti. Tüm Türkiye ekranlardan bu medyatikliğin nasıl zirveden düştüğüne tanık oldu. Karşısındaki enfeksiyon uzmanı ise sabırla nasıl da güzel cevaplar verdi. Bilim insanın hangi yaşta olursa olsun öğretici yanını asla elden bırakmaması gerektiğini bizlere tekrar gösterdi. “İstediğimi söylerim. Size mi soracağım?” kibrinin “Yanlış, açıkladım ama ben yine açıklayayım” naifliğine nasıl yenildiğini gördük. Doğru bilgi savunucuları, koronavirüs günlerinde pes etmedi. Bilim insanı kimliği pespaye şovmenliğe dönüşenlere geçit vermedi. Hatta öyle bir ana tanık olduk ki bir enfeksiyon uzmanından bir medya kanalına özlediğimiz bir tavır bir eleştiri geldi. “Bir virüs salgını fitoterapi yönüyle onkoloji yönüyle tartışacaksak gerçekten benim burada işim yok” dedi. Enfeksiyon uzmanlarının halk sağlığı uzmanlarının tartışması gereken konuları fitoterapi uzmanı onkoloji uzmanlarıyla tartışmak medyanın akıl tutulması olsa gerek diye düşünüyorum.

Bu arada asıl güzel haberi sona sakladım. Enfeksiyon uzmanının sitem ettiği yayında bulunan onkoloji uzmanı beyefendinin Instagram’da bir videosu dolanmaya başladı. Efendim biz çoktan geçirmişiz COVID-19’u hatta ülkede varmış, bakanlık hibe verilince açıklama gereksinimi duymuşmuşuz. Çok geçmedi bu videoda geçen bütün iddiaları teyit ekibi araştırıp bulmuş. O iddiaların doğrularını paylaşmışlar. Bazen düşünüyorum da acaba bu insanlar kendilerine soruyorlar mı: Gerçekten şu dönemde yanlış bilginin yayılmasını sağlamak dışında ülkeye nasıl bir katkımız oldu?  Bilgi kirliğini sıradanlaştırmaktan başka ne yaptık? diye.

Eshilos (Aiskhylos) tarihe mal olmuş o cümlesinde şöyle der: ''Savaşın ilk zayiatı gerçeklerdir.” Belki bir savaşta değildik ama bu salgına ilk olarak gerçeklerimizi kurban verdik. İlk gerçeklerin yitişi, bir silkinişi doğurdu ve doğru bilginin ve güvenirliliğinin önemini hepimize öğretmiş oldu. Kısacası virüs, şimdilik ekranları da dezenfekte etmişe benziyor. 

22 Mart 2020 Pazar

Sahi, Çöken Sadece Sağlık Sistemi Mi?


COVID-19’un ortaya çıkışıyla beraber birçok konuyu bakış açımız değişti. Aslında hayatı anlamlandırmak noktasında sorgularımızda artış meydana geldi. Bu sorgulayış bir yerden sonra tek bir noktaya odaklanmaya başladı: Sistem. İnsanlığın bir kısmı yüzyıllar boyu sistem sorgusu yaparken büyük çoğunluğu ise sistemin içerisinde düzeni bozulmadığı sürece bu sorguya yeltenmedi. İşte Çin’de ortaya çıkan bir virüs bazı şeyleri sorgulamamız noktasında insanlara düşünme fırsatı verdi. Hayatın akışı ve koşuşturmacası içinde düşünmeye fırsatı olmayanların artık düşünmek için vakitleri oldu. Zaten sistemin yürütücülerinin en büyük korkusu da buydu esasında. Açıkçası bu yazıda konuyu bu açıdan ele almayacağım. Daha çok COVID-19’u sağlık açısından ele alacağım. Bunu yaparken “neoliberalizm öldürür” düsturundan yola çıkarak konuya açıklık getireceğim. (“Neoliberalizm öldürür” cümlesi Gavin Mooney’in Ulusların Sağlığı; Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru kitabının giriş cümlesidir)


İklim Değişikliğinin Sağlık Etkileri ile ilgili yazımda neoliberalizmin iklim noktasında etkilerini değerlendirirken Kuzey’in(Batı) Güney’e(Doğu) borcu olduğunu yazmıştım. Bunun da Mooney’in dediği gibi ekolojik bir borç olduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Değişmesi gerekenin zengin Batı’nın yaşam şekli olduğunu ve borçların bir an önce devreye girmesi gerektiğini ifade ettiğim kısım aklıma gelince biraz daha derinlemesine düşünme fırsatı buldum. Son zamanlarda sosyal medyada dönen ve “bir sporcuya milyonlarca para dökenlerin AR-GE araştırması yapan bilim insanları nasıl değersizleştiğini bu dönemde aslında ne kadarda bilime ihtiyacımız olduğunu” birçok kişi paylaştı. COVID-19’un çıkış noktasına baktığınızda Wuhan’daki vahşi hayvan etlerin satıldığı bir pazar. Aslında insanlardan uzak alanlarda yaşamlarını sürdürmekte olan canlıların ekolojik alanına müdahale olduğunu göreceksiniz. Nitekim tam olarak kesinleşmemiş olsa da hastalığın taşıyıcı canlısının bir karıncayiyen pangolin olma ihtimalinin çok yüksek olduğu belirtiliyor. Gel gelelim  söylenmesi gereken olaya burada anlaşılması gereken son yüzyılda insanlar, ekolojik dengeye çok fazla müdahale etmeye başladı. Fiziğin değişmeyen kanunu olan etki-tepki gerçekliğiyle karşılaşmamız da kaçınılmaz oldu. Ekolojik denge o kadar bozuldu ki hatta artık durdurulamaz bir hal almaya başladı. (Kyoto ve Paris anlaşması bunun bir kanıtıdır. Keza Paris anlaşmasındaki emisyon hesapları da batının lehinedir orası ayrı bir konu)

Konuya gelecek olursak: Dünyada yeni ilaçların AR-GE araştırmasına ne kadar bütçe ayrılıyor? Peki, bu bütçenin yüzde kaçı tropikal ilaçlar için kullanılıyor? Global Drug Gap yani küresel ilaç açığı neden vardır? Alım gücü düşük ülkeler ilaca erişim noktasında neden sorunlar yaşıyor? Bu sorulara hep birlikte cevap arayalım.

DSÖ verilerine göre, küresel nüfusun 1/3’ünün sağlıklı yaşam için gerekli olan yaşamsal ilaçlara ve aşılara erişimi yoktur. Bu nüfus büyük oranda Asya ve Afrika’dadır. Yani Doğu’dur. Yani Güneydir. Afrika ve Asya kıtalarında yaşayan nüfusun yüzde elliden fazlası yaşamsal ilaçlara erişememektedir. Sağlık alanında yapılan AR-GE araştırmalarının sadece %10’u dünya nüfusunun %90’ını ilgilendiren sağlık sorunlarıyla alakalıdır. Ki bu duruma da 10/90 açığı denilmektedir.

Dünya gündeminin üst sıralarında yer bulamayan kimi bulaşıcı hastalıkların Afrika kıtasını tehdit ettiğini, insanların söz konusu hastalıklardan ötürü hayatını kaybediyor olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Avrupa’da artık karşılaşılmayan fakat Afrika’da hâlâ devasa bir sorun olan sıtma ve tüberküloz gibi hastalıklara karşı ilaç firmaları AR-GE araştırması yapmamaktadır.

Nitekim 1995-1997 yılları arasında piyasaya giren 1233 ilaçtan sadece 13’ü tropikal ilaçlara özgüdür (Reich 2000). “Küresel ilaç açığı” (İng: "global drug gap") olarak adlandırılan bu durum, aslında alım gücü olmayan ülkelerin sağlık sorunlarıyla küresel ilaç firmalarının ilgilenmemesi anlamına gelmektedir. Ya medeniliğimizin göstergesi olan patent olgusuna ne demeli? Neymiş efendim, patent yasaları sadece şirketleri korumuyormuş, aynı zamanda toplumun da yararına olan bir şeymiş (!) .

Gelin hep birlikte gerçekten patent yasalarının toplumu koruyup korumadığını bir örnek üzerinden inceleyelim.

San Halkı, Güney Afrika, Botswana, Namibia ve Angola’daki Kalahari çöllerinde yaşar. San Halkı, avcılık seferlerinde “hoodia” isimli bir bitki çiğnerler. Bu bitki iştahlarını baskılamaya yardımcı olur. Güney Afrikalı bir araştırma enstitüsü ve İngiltere orjinli bir şirket, bu bitkilerdeki etken bileşenin patentlerini aldı ve ilaç yapımı için pazarlama ve geliştirme haklarını milyonlarca dolara güçlü bir ilaç şirketi olan Pfizer’a sattı. Bu süreç boyunca kimse San halkına danışmadı.(Mooney 2014)

Demek ki; patent yasaları da öyle toplumu korumuyormuş. Sonradan yapılan kamuoyu baskısıyla San halkına satıştan düşük bir pay verileceği ifade edildi. Lakin şunu bir kez daha öğrendik ki; patent yasaları ancak ve ancak kârlılığı koruyor. Toplumsal durumlar noktasında kimi zaman sadece geri adım atmış gibi görünüyor.

İşte bu noktada düşündüğüm şey şu: Kuzey’in Güney’e sadece ekolojik bir borcu yoktur. Güney’e aynı zamanda “AR-GE borcu” vardır. Bugün COVİD-19’da sıtma ilacının kullanılması aklınıza şunu getirir mi bilemem. Acaba bu borç daha önceden ödenmiş olsaydı ve hala Afrika’da tropikal enfeksiyonlardan ölen insanların yaşamları neoliberal sağlık politikalara batmış Kuzey’in dikkatini çekmiş olsaydı da yeni jenerasyon sıtma ilaçları ya da tropikal ilaçlar için araştırma yapılıp ilaç üretilseydi ya da üretilmiş olsaydı COVİD-19’a daha etkili ilaçlar elimizde olmaz mıydı?

İşte tüm bunlar benim aklıma gelenler. Tabii sorunun temeli aslında ekolojik sistemin bozulmasıdır. Yani insanın kendi dışında süregelen doğaya müdahalesinin temelinden gelen durumdur. Medya organlarında verildiği gibi mi acaba? Batı’da salgında çöken sadece sağlık sistemi mi? Her koşulda sağlığın metalaştırılması için saldıran kapitalizmin yeni formu olan neoliberalizm de çökmedi mi sizce de?